Bir yolculuk…
Evet. Bir yolculuk hatırlattı bana yıllar önce etkisinde kaldığım bir hikâyeyi…
Hikâye şöyleydi…
Rivayet odur ki, Peygamber Efendimizin torunları Hasan ile Hüseyin bir gün yanlış abdest alan yaşlıca bir adama denk gelirler. Ancak kendileri çocuk yaşta iken yaşlı adama yanlışını söylediklerinde onun kırılacağını, incineceğini düşünürler ve onu kırmayı, utandırmayı asla akıllarından dahi geçirmezler. Akıllarından böyle bir şey geçirmesine geçirmezler de, doğruyu da bir şekilde anlatmaları gerektiğini düşünürler. Bunun için iki kardeş, yaşlı adamın yanına gelirler ve ona, “Efendim! Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlarımızı söyleseniz olur mu?” diye sorarlar. Yaşlı adam memnuniyetle bu teklifi kabul eder ve Hasan-Hüseyin kardeşler abdest almaya başlarlar. Yaşlı adam abdest alan kardeşleri dikkatlice izler ve asıl yanlış abdest alan kişinin kendisi olduğunu fark eder.
Söz, üslup, tavır ve davranış bazen ne dediğinizden çok daha önemlidir. Hani derler ya, yanlış üslup doğru sözün katilidir diye. Ki üslup denilen şey okul sıralarında, üniversite amfilerinde, doktora tezlerinde öğrenilmiyor. Bazen yolculuk yaptığınız bir minibüsün şoför koltuğunda bulunabiliyor. Ben de son yaptığım yolculuktaki bir anımı paylaşmak istiyorum sizlerle.
Aşağılanmaktan yorulmuş bir yüzü vardı şoförün. Sadece yüzüyle değil sözleriyle de dile getiriyordu bunu. Dinliyordum sadece… “Yanıma oturup şoför olduğum için tepeden bakan çok insan taşıdım şehirden şehire” diyordu. Şoförlük yaptığı için aşağılandığını düşünüyordu. “Ama severek yapıyorum işimi” derken ses tonundaki şiddeti inanın abartmıyorum. Yol boyunca dinledim bütün anlattıklarını. Bıkmadan… Usanmadan…
“Aşağılandım ama aşağılamadım kardeş” diye başladığı ve bana yukarıdaki hikâyeyi hatırlatan kendi yaşadığı hikâyesini şöyle anlattı: Üstelik benim yıllar önce etkilendiğim o hikâyeyi hatırlayacağımı bile kestiremeden…
“Hergün yüzlerce insan taşıyorum bir şehirden diğer şehire. O kadar çok insanla muhatap oluyorum ki artık insanları neredeyse yüzlerinden, bakışlarından tanıyacak hâle geliyorum. Bir gün bir genç geldi. Hırsızlık yapan bir gençti. Herkes tanıyordu. Arkadaşlarım o genci araca almamı istemediler. Çünkü ya paramızı alacaktı ya da telefonumuzu. Mutlaka bir şey götürecekti. Sırf o niyetle yolculuk yapan insanlar var inanın. Arkadaşlarım o genci araca almamam için ne kadar ısrar etseler de ben yine de aldım. Koltuğa oturduğunda direksiyonun yanında duran telefonumu ona özellikle gösterdim ve ‘Bak kardeşim! Bu telefonum sana emanet. Sakın kimseye çaldırma olur mu? Gözüm arkada kalmasın’ diyerek işimi halletmek için araçtan indim. Herkes onun telefonu alıp gideceğinden emindi. Bilemiyordum tabii. Gidebilirdi de. Epey bir zaman sonra aracın hareket saati gelmişti. Ben de işlerimi bitirip döndüm. Ve döndüğümde telefonu yerinde bulamadım. Telefon yoktu. Şöyle bir etrafa baktım ki, telefon gencin ellerinde. Sıkı sıkı tutuyor telefonu. ‘Ne yapıyorsun? Neden öyle telefonu eline almış sıkı sıkı tutuyorsun?’ diye sordum. ‘Abicim. Birisi çalmasın diye tutuyorum’ dedi.
İşte yaşanan böyle bir hikâyeyi dinledim dün. İyi ki de dinledim.
Ne diyordu Bizim Yunus…
Söz ola kese savaşı. Söz ola kestire başı.
Bazen yanlış bir üslup, doğru bir sözün katilidir zira.
O yüzden sen üniversitelerde profesör unvanını almamış olsan da, üslup makamının zirvesine ulaşmışsın güzel insan.
Ve araçtan inerken seslendi bana.
“Kardeşim ismin nedir?”
“Narin” dedim.
“Hiç duymamıştım ne güzel isimmiş. İsminle yaşa” dedi.
“Teşekkür ederim abicim. Sizin isminiz nedir?” diye sordum.
“Ali” dedi.
Kimbilir belki de söz ilmini, üslup ilmini, iletişim ilmini bilene de en güzel Ali ismi yakışırdı. Ne dersiniz?