Kıymetli dostlar, Âlem-i İslam'ın ve Anadolu'nun irfanını besleyen damarlardan muhteşem bir terkip ve devasa bir sentezden sizlere bahsetmek istiyorum ki onlara Nakşibendiler derler ve hak etmedikleri halde pek çok da iftiraya maruz kalmışlardır. Eğer bu iftiralardan belli başlılarını sizlere arz edecek olursam derim ki: "Cahillerdir, hurafelere gömülmüşlerdir, İslam dışıdırlar, ilim karşıtıdırlar." Hâlbuki onlar, irfanlarıyla ilimleriyle dünyayı aydınlatan kandil, insanlığı menzil-i maksud'a (Hazret-i Allah'a) ulaştıran rehberlerdir. Aziz dostlar Anadolu dışında, özellikle Orta Asya ve Hint alt kıtasında da yetiştirdiği büyük bilgeler, veliler eliyle her iklime ve memlekete nakış nakış tevhit zevkini işlemiş kamıştan bir kalem (arifler ve âlimler, Nakşibendiye'nin Kur'an'ı Kerim'de ki Kalem Suresi’nin tecelli ve zevkine ermişlerdir demektedirler), Hak aşkını gönüllerde uyandıran bir ocaktır Nakşibendilik. Nakşiler sosyolojik araştırmaların sonucunda Anadolu bilgeliğinin, irfanının kurucuları arasında görülmektedir. Dostlar, yazımın başında da sizlere arz ettiğim üzere onlar dünyayı aydınlatan kandillerdendir hatta öyle ki velilerin, serdarı âlimlerin reisi Hazret-i Pir İbn-i Arabi Efendimizin muhteşem derinliğe sahip kitaplarını da şerh eden yani açıklayan bu mukaddes ocaktan yetişenlerdir. Ayrıca zaten Anadolu’ya Nakşiliği ilk getirenlerde İbn-i Arabi ocağında yetişen kimselerdi. Mesela Alaaddin et-Tûsî'nin yanında zahiri eğitimine (pozitif bilimler ve edebi hukuki ilimler) devam ederken Semerkant'ın meşhur evliyalarından Hazret-i Şeyh Ubeydullah Ahrar'a intisap ederek derviş olan Kütahyalı Abdullah-ı İlahi böylesi Nakşilerdendir. Ahrar'ın halifesi Abdurrahman Cami'den de istifade etmiştir. Sohbetlerinde sık sık İbn Arabi'yi anan şeyhi Ubeydullah Ahrar'ın yanında tasavvufi eğitimini tamamladıktan sonra yine onun emriyle Anadolu'ya, doğduğu yer olan Simav'a geri dönmüş ve Nakşi mürşidi olarak irşad hizmeti vermeye başlamıştır. Hemşerisi Simavnalı Şeyh Bedreddin'in eseri Varidat'a şerh yazan Abdullah-ı İlahi, diğer eserlerinde de hep Vahdet-i Vücud'u izah etmeye çalışmıştır. Risale-i Vücud isimli eserinde matematiksel olarak tevhidi ve tekliği anlatmıştır. Hazret, Risale-i Vücud eser’inin başında bu eseri halk için değil havas için ve ilim ehline yazdığını da zaten belirtmiştir. Abdullâh-ı İlâhî hazretleri eserlerinde Horasan kökenli geleneksel Nakşiliğin aşk, vecd ve vahdet-i vucûd anlayışına tamamen sadık kalmıştır Ayrıca dervişlik ile esnaf ahlâkının tasavvuf hayatı içinde bütünleşmesi anlamına gelen bu düşünce sistemi, onun İstanbul’daki erken dönem Nakşî kültürüne kazandırdığı en belirgin özelliktir. Bu mistik anlayışının çerçevesini Türkçe olarak yazdığı Esrârnâme ve Meslekü’t-Tâlibîn ile Arapça Risâle-i Vucûd adlı eserlerinde ana hatlarıyla çizmiştir. Tasavvuf terminolojisini ise yoğun olarak Zâdü’l-Müştakîn ve Risâle-i Ehâdiyye’sinde açıklamıştır. Ayrıca Vâridât-ı Kübrâ Şerhi, Miftâh-ül-gayb Şerhi, Zâd-ül-müştâkîn, Necât-ül-ervah min denîs-il-eşbân, Esrârnâme, Meslek-ut-tâlibîn, Manzûme-i mi’râciyye, Füsûl-ül-vüsûl gibi eserleri bulunmaktadır. Bir diğer Nakşi şeyhi Molla Murad-ı Buhari hazretleri de pek çok kıymetli eserinin yanında Hazret-i Pir Mevlana Celaleddin Rumi Efendimizin Mesnevisine güzel bir şerh de yazmıştır. Daha sonraları Marifetname (mantık, matematik fizik, kimya, simya, astroloji, astronomi, tıp bilimlerini içeren bir başyapıttır Marifetname) gibi şaheser yazan Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi Nakşi şeyhleri elindeyse bu mukaddes ocağın ateşi harlandıkça harlanmış taliplerini aşk ateşiyle pişirip Cenab-ı Vacibul Vücud Hazretlerine kavuşturmuştur. Rumeli'yi aşk ateşi ile yakan ve ilim kokan nefesi ile mayalayan Melamiliğin piri Muhammed Nuru'l-Arabi efendimiz hazretleri gibi kimseler de Nakşi erkanını sürdürmüşlerdir. Hasan Lütfi Şuşud gibi sırlı Nakşi-Melamileri de epey can uyandırmışlardır. Hasan Lütfi Şuşut Efendi, Hacı Hulûsi Maksut Efendi’nin halifesiydi. 3. devre Melâmîlerinden Hulûsi Maksut Efendi halk arasında Priştineli Hacı Hulusi Maksut Efendi olarak bilinirdi, 3. devre Melâmî Piri Seyyid Muhammed Nur-ül Arabî Hazretleri ile kendisinin halifesi Şeyh Ahmet Safi Efendi vasıtası ile tanışmıştır. Kısa zamanda Hz. Pir, kendisine büyük ilgi ve teveccüh göstermiştir. Hz. Pir’in oğlu Şerif Efendi ve damadı Abdürrahim Fedai Hazretleri’nden tevhit mertebelerini tamamlayarak, bizzat Hz. Pir’den hilâfet almıştır. Bir süre Hz. Pir’in yanında kalan Maksut Efendi, manevi mertebelerin en sonuna kadar yükselmiştir. İşte bu devirde Hulusi Lehçesi ile yazdığı birçok tasavvufî şiirlerinin yer aldığı divanlarını da kaleme almıştır. 6 Mayıs 1929 tarihinde, 78 yaşında İstanbul'da dar-ül bekâ’ya intikâl etmiştir. Kabri, Topkapı Maltepe yolundaki Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'da Fransız müstemlekesi Müslüman askerlerine ait anıt mezarın az ilerisinde, solda, set üzerindedir. Hacı Maksut Efendi, Hasan Lütfü Şuşut Efendi’ye bizzat, iki zata ise gıyabi hilâfet verdi. Bu iki halifesi, Zonguldak İş Bankası veznedarı iken 1930 yılında vefat eden Hacı Cemal Bey ile 1938 yılında vefat eden Ankaralı Arabacı İsmail (Gül) Ağa adıyla tanınan zatlardır. Hazret, daima oruç tutarmış. Bu hale çok dikkat eden halifesi Hasan Lütfi Şuşut Efendi hazretleri, kendilerine neden devamlı olarak oruç tuttuğunu sorunca, “Oğlum halk için tutuyorum Allah beni de onları da affetsin.” demesi çok manidardır. Bu sözü, riyazatın ve mahviyetin değerini ortaya koymaktadır. Hasan Lütfi Şuşut Efendi hazretleriyse bir sohbetinde sadece ehline zevk olsun diye arz ediyorum vahdet -teklik hakkında şöyle buyurmuştur: "Beşerin bin kapıda beyhude aradığı hakikatler hakikatini, insan, kendi kibriyasında asırlardır bulmuştur. Mahv-u fena, gayb ve adem, ifna-i vücudiyyat yoluna gitmekle, aklın ve naklin kılavuzluğunu terk etmekle. Hangi ferd (kevn)den çıkma hidayetine, keşif devletine ulaştı ise, dirilere ebed kapalı esrara erişti. Zihni, hissi, sırri müşküllerinden kurtuldu. Bilinecek ne mahiyet varsa bildi: Hak Teâla’nın bildiği gibi aynen, ilme'l-yakin, ayne'l-yakin, hakk'l-yakin. Fena ve bekada zati vukuf ile. Daha mühimdir ki bu yolda insanın hakikati ile Allah'ın mahiyeti arasındaki hayret ve istiğrak verici münasebeti vicdanen buldu, kulluk ve halıkiyyet mefhumlarının hakiki kıymetlerini gördü. İlahlara münhasır kevserden nasip aldı. Hakir bir feri' iken kadim asliyyetine döndü, (mekan-ı ali'ye) ref' olunmak nedir anladı." Aziz dostlar, Hamza Nigari gibi, Pir-i Samini gibi, Alvarlı Efe gibi şeyhler Anadolu'yu irfanlarıyla, şiirleriyle ilim ve kitaplarıyla aydınlattılar. Hatta bu ustalara bağlı epeyce bir Nakşi halk ozanımız dahi yetişti. Feyzullah Çınar Beyefendi’nin bestelediği o muhteşem 'Kimse Bana Yaran Olmaz' türküsünde “Bu kızılbaş oldu yunmaz dediler/ Kapıya bacaya konmaz dediler/ Kestiği haramdır yenmez dediler/ İmam Hüseyin'e uydum uyalı” sözleriyle Alevî bir halk ozanımız zannedilen Sefil Selimî mesela bir Sünni'dir, hak aşığı bir velidir ve hem de Nakşibendi tarikatındandır. Şeyh Çoban Mehmed Efendi'nin dervişidir. Âşık Ruhsatî de Erzincanlı Terzi Baba'nın halifesi Şeyh Şakir Efendi'nin dervişi bir Nakşi'dir. Kars, Erzurum yöresinde deyişleriyle dilden dile dolaşan Bardızlı Nihani bir Nakşi'dir. Erzurumlu Aşık Emrah hazretleri de bir Nakşi şeyhidir. Maalesef ülkemizi fikri olarak parçalayan düşmanlıkların keskinleşmesi tarafların ötekinin hakikatini tanımamasına yol açmıştır. Sünni-Alevi, Türk-Kürt farklılığının kabul edilebilir doğal sınırları ayette Rabbimiz tarafından “…tanışasınız diye“ gayesine matuf olarak belirlenmiştir, bu hakikati idrak ettiğimiz gün birlik olduk demektir. Ama bu doğal farklılıkların ontolojik bir kırılma ile “dışlama”, “ötekileştirme”, “düşman yapma”, “kâfir yapma” derecesine çıkarılması ise maalesef yenidir, bir asırlık bir geçmişi vardır. Bozuk zihniyetin yol açtığı problemlerdendir. Bu ötekini dışlayıcı ideoloji Sünnisinde de olmuş Alevisinde de olmuştur. İkisi arasında fark yoktur. Mesela bu konularda çalışanlar bilirler ki Anadolu türkülerinin derlenmesi faaliyetlerinde bulunan araştırmacılar bazı halk ozanlarından Sünni kökenli olanlarını ya görmezden gelmişler veyahut Nakşi, Kadiri gibi bağlantılarını setretmişler veyahut da onların bütün şiirlerini değil sadece Ehl-i Beyt ile ilgili olanlarını içlerinden seçmek suretiyle mezhepçi yaklaşım sergilemişlerdir. Âşık Veysel dahi Sivaslı Nakşi şeyhi İhramcızade Hazretlerinin (İsmail Hakkı Toprak Hazretleri) huzurunda saz çalmış, deyiş söylemiş ve daha ötesi ondan “el almış” derviş olmuş bir ozanımızdır. 19 yaşında gördüğü bir rüyada Niyazi Mısri tarafından ba'de içirildikten sonra saz çalmaya başlayan Âşık Seyyid Yalçın’da aynı zata, İhramcızade'ya bağlı bir Nakşi'dir. Bu arada bazı ilahiyatçılar bu rüyada bâde içme olayından ne anlarlar çok merak ediyorum. Onlar bu ilahi aşk şarabına bigâne yabancı kaldıkları sürece kimileri de o halde “Ben doldurur ben içerim kime ne” demeye devam edeceklerdir, biline yani demek istiyorum ki toplum kendini maalesef toparlayamayacaktır. İsmail Hakkı Toprak Hazretlerine bir gün huzurunda oturan bir zat "Dervişlik nedir efendim?" diye sormuştur, hazrette soru üzerine buyurmuştur ki: "Evladım tarikata girmekten maksat ahlâk-ı Muhammedî ile ahlaklanmaktır. Hazret-i Allah kulundan bunu istemektedir. İnsan ile ebedî âleme gidecek kazançta ancak ahlâk-ı Muhammedîdir." Kıymetli dostlar, bu arada önemli olduğu için sizlere arz etmek istediğim bir husus var sonra da artık yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Dini düşünce tarihimizde zahiri ilimler-batıni ilimler irtibatı keyfiyetinin mücessem hali olan Tekke-Medrese münasebetlerinde çok mühim bir rol oynayan Nakşi tarikatının ulema indindeki hüsn-ü kabulü de dikkat edilmesi gereken çok önemli bir noktadır. Unutulmasın ki medrese ilimleri araçtır, manevi ilimlerle Hakka kavuşmaksa amaçtır. Amaçsız araç beyhudedir. “İlahî ente maksûdî…” sözünün seyr-i süluk mertebelerindeki yeri izah edilmediği sürece i'rabını vermekle yetinmek lengüstik çalışmadan başka bir şey olmayacaktır. "İlahî ente maksudî ve rizake matlubî" zikrinin kısaca açıklaması “Allah’ım maksadım SENSİN, arzum rızan ve hoşnutluğundur” demektir. Uzun olarak da açıklamasını sizlere arz etmek isterim ( İlâhî ente maksûdî) demek, “Yâ Rabbi, benim hedefim, muradım, maksûdum sensin!” demek… (ve rıdàke matlûbî) demek, “Yâ Rabbi, benim bütün taleb ettiğim, istediğim şey, senin rızana ermek; sen benden razı ol diye, onu istiyorum!” demek. Yani, birincisi ma’rifetullaha işaret ediyor, “Ben marifetullaha sahip olmak istiyorum, Allah’ın arif kulu olmak istiyorum!” demek; ikincisi de, “Allah’ın rızasına, rızâ-i ilâhiye ermek istiyorum!” demek. Nakşi Şeyhi Prof. Dr. Mahmud Es’ad COŞAN Hazretleri mübarek tesbihatın açıklamasını işte bu şekilde yazmışlardır vesselam.