Kâbil'in Girdabı!

Abone Ol

Her türden canlıdan beklenen davranışlar var; maymundan, balıktan, filden, aslandan, kurttan, attan, eşekten beklediğimiz ona ait davranışlar. Bunun dışında başka şey gördüğümüzde şaşırırız; aslanın ceylana merhamet ettiğini, kedinin fareye dostluğunu, köpeğin kediyle muhabbetini, balık gibi yüzen kuşu, kuş gibi uçan balığı gördüğümüzde de şaşırırız. Konuşan papağanın matematik bilgisi de bateri çalan maymun da hayrete düşürür bizi.

İnsandan da beklediğimiz davranışlar var. Farklı davranış gördüğümüzde şaşırır, kızar, hayret ederiz. Ama bir farkla; hayvanlarla insanları ayıran en önemli özelliği yaptığı şeyin farkında olarak yapmasıdır. Belki bir maymun gülümser gibi göründüğünde, bunu neden yaptığını ve karşısındakinin bundan nasıl etkileneceğinin farkında değildir. Bir ödüle alışmışlığın verdiği dürtü ile yapıyor olabilir.

Oysa insan öyle mi? O, davranışlarının bilincindedir. Onu yaptıklarından sorumlu tutan da bu değil mildir? Bilinçli olmak, yaptığının farkında olmak, sonuçlarından haberdar olmak, yapıp yapmamak konusunda tercih yapabilecek bir muhakeme gücüne sahip olmak.

Bir köpeğin gece yarısında havlaması, bir insanın bağırması kadar rahatsız etmez.

Bir kuşun yol üzerine pislemesi yollara çöpünü atan insan kadar rahatsız etmez.

Bir kuduz köpeğin ağzında salyalarla sağa sola saldırması, elinde sopalarla taşlarla bıçakla saldıran bir insan kadar korku vermez.

İki hayvanın cadde ortasında boğuşması da iki insanın kavgası kadar bizi kaygılandırmaz.

Çünkü insan olmanın getirdiği bazı sorumluluklara uygun davranışlar beklediğimiz halde buna uygun davranmayanları gördüğümüzde tepkilerimiz de değişir. Olumlu ve olumsuz davranışlar gösteren hayvanlara gülüp geçerken, insan için aynı şekilde tepki vermeyiz, veremeyiz. Bu tamamen insani bir özelliktir. Kızar, sorgular, kırılır vb tepki veririz.

Ormanda birbiriyle boğuşan hayvan sürüsünün durumuna, ormanın diğer sakinleri üzülmez, rahatsız olmaz, bunun farkında dahi olmadıkları gibi sonucun kendi lehlerine mi aleyhlerine mi olduğunu da tartışmazlar. Ama insan, başka bir ülkede meydana gelen çatışmaya karşı, hem insani olarak hem de ortaya çıkacak sonuçları yönüyle durumu değerlendirir ve buna göre pozisyon alır.

Bir hayvan karnını doyurmak için yem bulduğunda yanı başındaki diğer türünün aç ya da tok olduğunu düşünüp, onun durumuyla özel olarak ilgilenmez. Bu davranışı ayıplanmaz ve diğer orman sakinlerince de dışlanmaz.

Ama insan, ekmek bulduğunda yan komşusunun aç ya da tok olup olmadığını düşünür, paylaşmak ister. Bunu yapmadığında başta kendi vicdanında sonrasında diğer insanlar tarafından ayıplayabilecek bir durumda kalabilir.

Milletlerin soyut varlığı olarak tecelli eden devletler için de durum bundan farklı değildir. Devlet, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olaya tepki vererek kurumsal bir refleks gösterir. Bu refleksi de devlet geleneğinden, tarihi misyonundan, kültürel değerlerinden alabileceği gibi onu hareket geçiren başka nedenler de olabilir.

Gel gelelim ki insanlık, bilgi çağında oldukça farklı bir yolda seyr-i endam ediyor.

Buharlı makinaların icadının heyecanıyla başlayan, uzaya insan göndermenin gururuyla devam eden, elektronik araçlar ve internetin de ceplerimize kadar girmesinin ardından insanoğlu, koşar adım pazar dünyasının girdabına düştü.

Öyle bir pazar ki, daha çok tüketebilmek için daha çok kazanmak, daha çok kazanmak daha çok tüketmek zorunda kaldığı bir girdap.

Nihayet ekmeğinin peşinden attığı adımların altında ezdiği emekleri görmezden gelmeye başladı. Makinaların gürültüsünden vicdanından gelen sesi duyacak mecali kalmadı. Nihayet “daha çok olsun ama sadece benim olsun” bir kara sevda ile başını döndüren girdaba bağlandı.

Habil’le Kabil’in mirasından Kabil’in rolünü benimsedi. Onu kendine daha yakın buldu. Kabil, Kabilleri doğurdu. Her biri kendinden bir öncekine meydan okuyarak daha bir profesyonel “Kabil” oldu. Kendi zehrini kokteyl yapıp, hem kendine hem başkasına, bin bir tiyatral argümanlarla ikram etti. İçen sarhoş oldu. Sarhoş olan girdaba düştü.

Daha büyük “ben” için daha iri “benlik” fikri gerekir. Daha iri benliğin beslenmesi için de daha çok “ben”in pohpohlanması icap eder. Daha çok “ben”in bir araya geldiği “benlerden” mürekkep “küresel ben” kültürü de olmazsa olmazlardan hatta zorunlu. Her dakikası “bencilliğe” düşüşün yolunu da açan bir girdap.

Artık şeytani terekenin kültürüne varis, iki doğrudan bir yanlış çıkarmanın sahne aldığı yeni yüzyılın küresel oyunu vizyonda.

Hilenin, desisenin, kul (insan-canlı) hakkının gasp edildiği küresel pazarın aktörleri sahnede. Haklarının savunulmasını gerekenlerle, hak gaspçılarının aynı potada eriyip tek kalıba döküldüğü, sözleştiği hırslı oyuncular perde açıp perde kapatıyor. Bu oyunu perde perde alkışlarla izleyen, “medeniyet mefkûresi” fikrinden uzak, yeni “bencil” figüranlar sırada.

Daha da vahim olan, oyunun sonunu merakla sahne sırasının kendisine geleceği ütopyasıyla bekleyen kalabalık. Tiyatroya giriş bileti dahi bulamamışlara, bir liderin, onlara sahnedekilerden daha değerli olduklarını hatırlatmasına rağmen, “özgüvenden mahrum ve sahnedeki “beşliden büyük” olduğunu hayal dahi edemeyen milyarlar…

Şu halde, dünya üzerinde var olmuş, eski yeni, küçük büyük, her kültürün, her insan vicdanlının özlediği “Hak divanına varınca, Hakkın sorar karınca” anlayışını kavrayan bir medeniyetin varisi bizlerin bu kavrayışa, bu vakarlı duruşa sahip olması gerekmez mi?

“Bir devleti ne yıkar?” sorusuna ”Neme lazım, be Sultanım!” cevabıyla, bunun bir liderde/devlette nasıl bir etkiye neden olduğunu, az ve öz bir ifadeyle izah eden aklın ve inancın mayasıyla yoğrulmuş nesiller yetiştirmek için üzerinde kılı kırk yaran bir eğitim sistemi yapılandırmamız gerekmez mi?

Araçların amaç haline evrildiği “sis” çağının bulanıklığından uzaklaştıracak, akıllardan, gönüllerden, zihinlerden bu sisi kaldıracak, “sis” çağından kurtarıp yeni çağa ulaştıracak Fatih duruşlu liderlerle yürümemiz gerekmez mi?

Binlerce ardından yürünecek liderler yetiştirerek, dünyaya rehberlik edecek gençler için çaba sarf etmemiz, onların istikbali için oturup uykumuzdan vazgeçmemiz gerekmez mi?

Küçük menfaatlerinin peşinde koşan güdük beklentileri, kadük aydın kaprisleri bertaraf edip; ilmi, siyasi, iktisadi, felsefi duruşunu tarihin derinliklerinden alarak beslenen şahsiyetli, liyakatli, omurgalı, işinin ehli zekaları keşfetmemiz gerekmez mi?

Âdem’den bu yana hasetten, ihtirastan, ihanetten, bencillikten, cimrilikten, oburluktan, nemelazımcılıktan, saygısızlıktan, gururdan, kibirden, ikiyüzlülükten, yalan ve riyakarlıktan, kinden, nefretten ve cehaletten güç alarak gittikçe derinleşen “küresel girdaptan” kurtulup ”emrolunduğun gibi, dosdoğru ol” uyarısına muhatap olup, “saçları ağartacak hassasiyette ve istikamette, şeklin ötesinde bir ahlakla boyanmış olmamız gerekmez mi?

Gerekir elbette. Aksi halde, inşasına teşebbüs ettiğimiz medeniyetin yolunun sarp yollarında, önümüzü kesmeye yeltenecek haşhaşi baronlardan, tuzaklarına takılı yemlerle zehirlenmiş mankurt telkinlerden kurtulup bir kaç adım daha atmamız mümkün olmayacak. 

Medeniyet mefkûresini dava edinenlerin ruhen, fikren, ilmen, fiilen tefekkür ettikleri medeniyeti öncelikle hazmetmeleri ve hikmetini kavramış olmaları, bu mefkûrenin iman ve ilmihal şartı olsa gerek.

Çünkü “ona ancak temiz olanlar dokunabilir” ve ancak temiz olanlar bu girdaptan kurtulabilir.

 

Maraş Pusula Haber - www.maraspusula.com / Yazar Nadir Yıldırım