Necip Fazıl her yönü ile tartışmaya açık bir kişiliktir. Hele kişilik ve karakter yapısı onu çok sevenler tarafından bile tartışma konusu yapılır. Hırçın ve huysuz bir tabiata sahip olduğu, zor beğendiği mükemmeliyetçi olduğu da sır değildir.
Sevdiğine toz kondurmaz sevmediğini yerin dibine batırır. Orta yolu bulmakta zorlanır. Bu yüzden kalemiyle kılıçtan geçirdiği insanlar arasında kimler yoktur ki. Mevdudi’den tutun Seyyid Kutup’a kadar, Mehmet Akif Ersoy’dan tutun Hayreddin Karaman’a kadar. Yeter ki bir açık bulsun, oraya dalar.
Böyle zapt edilmez, yere göğe sığmaz deli dolu bir adam iken kader onu Abdülhakim Arvasi hazretleri ile tanıştıracaktır. Bu tanışmayı “O ve Ben” kitabında anlatır.
Aslında böyle baskın bir karakterin, özgüven patlaması yaşayan bir şahsiyetin tasavvufta icap eden derin ve engin teslimiyeti göstermesi muhal ise de Necip Fazıl’ın deha sayılacak aklı, burada atması gereken adımlar konusunda kendisine ışık tutacaktır.
Gösterdiği onca teslimiyete ve mahviyete rağmen, üstadını yere göğe sığdırmayan ve onun huzurunda kendisine varlık namına hiçbir nişane takmayan üstad bütün bu olayları anlattığı kitabına isim koyarken bile “ben” demekten çekinmemiştir. Bu “ben” oradan tam pişmeden ayrıldığının ilk alametidir. Eğer Nakşi yolunun ihlas, teslimiyet, muhabbet çizgisini içine tam sindirebilseydi üstadının yanına kendisini “ben” olarak yerleştirmezdi.
Aslında burada Abdülhakim Arvasi hazretlerinin çetin bir sınava tabi tutulduğu, belki de memleketin en zapt edilmez adamını bir kalıba dökmek gibi zorlu bir sınavdan geçtiği de söylenebilir.
Arvasi ile tanışması Necip Fazıl’ın istikamet bulmasının en önemli sebebidir. Çünkü Nakşi yolu İslam’ın ana caddesi olan Ehl-i sünnet yolunun tam ortasından ilerleyen, gerek tarikat üzerinden, gerekse hurafe ve bid’atlar üzerinden gelen sapmalara karşı en sağlam ve en emin yolu ihtiyar etmiş bir meslektir.
Bilhassa İmam Rabbani’ye kadar tasavvufta keşif ve keramet yoluyla elde edilen bilgilere pek kıymet verilirken İmam Rabbani’den sonra Nakşi yolu keskin bir şeriat çizgisine oturtulmuş, şeriatın ana kaynağı olan “nass” ile çelişen hiçbir manevi veya deruni bilgiye kıymet verilmemiştir. Böylece hikmetini sual edemeyeceğimiz gaybi bilgilerin önü kesilmiş bilginin şeriatın ana çevresi ile uyumlu olma zarureti ortaya çıkmıştır.
İşte bu yüzdendir ki Necip Fazıl bugün her kafadan bir sesin çıktığı, talebesi olmadıkları şeyin müderrisi olmaya kalkışan, her gün yeni bir iddia ve keşifle ortaya çıkan zıpçıktı müçtehitlerin aksine ehl-i sünnet terbiyesine çok sadık kalmıştır. Bu çerçeveyi zorlayanlara karşı da kaleminden kan damlamıştır. “Doğru yolun sapık kolları” kitabında epeyce bir alimi kılıçtan geçirmiştir.
Ehl-i sünnet ve cadde-i kübrayı müdafaa konusunda hayli sert ve hırçın davranan Necip Fazıl bu tutumuyla aslında İslam’a en büyük hizmeti yapmıştır. Çünkü Cumhuriyet döneminin üstüne toprak örttüğü İslam ruhu yeniden canlanmaya başladığında karşısında bulduğu ilk eserler genellikle Necip Fazıl’a aittir.
Dindar bir neslin ilk neş’et etiğinde elinde bulduğu bu kitaplar Müslümanları sapık kolların şerrinden korumuş ve doğru yola ehl-i sünnet meyletmelerine sebep olmuştur.
Şimdi “Kur’an bize yeter” diyen çakma ulemanın, mealci takılıp İslam’ın diğer dinamiklerini görmezden gelen yeni yetme müçtehitlerin ortalıkta bu kadar serapa dolaşması onlara haddini bildirecek bir Necip Fazıl’ın hayatta olmayışındandır.
Aslına bakarsanız kabına sığmayan bu kişilik üzerinde nasıl bir tasarruf sağladı da onu böyle fakîr, böyle derviş, böyle mahviyet ehli yapabildi diye Arvasi hazretlerine hayret etmiyor değilim.
Tasavvuf terbiyesinde sohbet esastır ama asıl olan terbiye usulu “hâl saridir” hükmü üzerine oturur. Necip Fazıl “Rabıta” kitabında bunu detaylı anlatır. Şeyhin huzurunda yaşadığı haller, cezbe ve istiğrak halleri aslında şeyhte olan halin ona sirayet etmesiyle ilgilidir ama bu yeterli değildir. Ayrıca şeyhin yüksek bir tasarruf gücü olmalıdır ki bu aşırı enaniyeti kırabilsin, o dik başı eğdirebilsin.
Nakşiler bunu muhabbet yoluyla, nispet ile kendine bağlayarak ve aynı yoldan iç dünyasına nüfuz ederek yaparlar. Bu muhabbet müritte cezbe hali doğurur. Allah yoluna sulûkun cezbesine kapılan müridin gözü artık başka bir şey görmez. Allah yoluna duyduğu muhabbet tüm kalbi kaplayınca başka sevgilere yer kalmaz. O muhabbet kemale doğru çıkılan yolculuğun lokomotifi gibidir.
İşte bu tasarrufa Necip Fazıl’ın fazlasıyla muhatap olduğu bellidir. Belli ki Şeyh Hazretleri böyle zorlu bir adamın ruhunu disiplin altına almak için epeyce bir ceht eylemiştir.
Aslında son nefeste iman kurtarmanın en garantili yolu Allah için sevmekten geçer. Bu içine girdiği muhabbet yolu Allah diyen herkese, hele Allah dostu veya ehl-i beyt kabilinden bildiği kim varsa onlara karşı sorgusuz sualsiz bir muhabbet husule getirmiştir. Hatta vefatından sonra rüyada kendisini görenler en büyük faydayı Allah dostlarına ve ehl-i beyte olan sevgisinden gördüğünü anlatırlar. Necip Fazıl dış dünyadan (afaktan) iç dünyasına (enfüse) doğru yaptığı bu yolculuğun sonunda işte bu muhabbet saiki ile sağlam bir mümin vasfı kazanmıştır.
Tasavvufun getirdiği batın tasfiyesinin yanı sıra bu yolun ilk tepelediği vasfın kibir olması belki de en çok ona yaramıştır. Çünkü bu yola girmeden gerçekten kibirli diyebileceğimiz bir şahsiyet aldığı batın terbiyesinden sonra şu dizeleri yazabilmiştir.
Bu mısralar ne kadar içten ve samimi söylendiyse Necip Fazıl kibir belasından o derece kurtulmuş ve bir Müslüman’ı helak edecek en büyük tehlikeden uzaklaşmayı başarmıştır demektir.
Sonsuzluk kervanı
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Ufuk, önlerinde bayrak kulesi.
Bu gidenler, Altın Kol Silsilesi;
Ölçüden, ahenkten daha güzeller.
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat!
Köleniz olmakmış gerçek hürriyet.
Ölmezi bulmaksa biricik niyet;
Bastığınız yerde ebedi hasat.
Sonsuzluk kervanı istemem azat
Yazarın www.maraspusula.com daki diğer yazıları.