Abdullah bin Mes’ud ra’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Bedir günü her üç kişi bir deveye sırayla biniyorduk. Ebu Kübâbe, Ali bin Ebu Talip ve arkadaşım Resûlullah (a.s) bir deveye biniyorlardı. Yürüme sırası Resûlullah (sav)’a geldiğinde arkadaşları ona: “Senin yerine biz yürüyelim.” dediler. Bunun üzerine
Resûlullah (sav):
“Siz benden daha güçlü değilsiniz ve ben de sizin kadar sevaba muhtacım.” buyurdu.
Lider toplumun bir parçasıdır, toplumdan uzak kendi egosuyla yaşayan bir sultan, bir firavun değildir.
Ümmetin liderleri ve alimleri bu şekilde vefakar ve cefakar olmadığı müddetçe İslam toplumu teşekkül etmeyecektir.
Ne yazık ki şimdiler de toplantı, seminer ve tüm tertip ve komitelerde ön saflar protokol masa ve sandalyeleri olarak ayarlanmaktadır.
Ümmetin öncüleri, protokol ve tecritlerle İslam toplumundan soyutlanarak, fildişi kulelerde yaşamaya zorlanmaktadır...
Türkiye’yi düşünelim; milletin sevdiği, dinlediği alim veya liderlere bakalım... Hiçbirine ulaşılamamakta veya sekretaryalarla geçiştirilmektedir...
Bizatihi milletle iç içe yaşayan ve örneklik sergileyen asrı Saadet yaşantısından uzak, fikir ve tefekkürden uzak, kuru topluluklar kurulmaya devam edilmektedir...
Aslında kurusıkı bir yaşamın ve topluluğun temelleri atılmaktadır...
Bu temelin sağlam olmadığı ortadadır...
Toplumla kaynaşmayan fikirler ve öncülüklerin kalıcılığı ve devamlılığı mümkün gözükmemektedir...
İnsanlığın son peygamberi Hazreti Muhammed aleyhisselamın hayatına bir göz attığımız zaman, ilk mescidin yapımında, sahabe-i kiram, açlıktan karınlarına taş bağlıyorlardı...
Sızlanmaya başlamışlardı... Oysa ki, Resulullah aleyhissalatu Vesselamın karnında iki taş bağlıydı... Açlığını bu şekilde bastırıyordu...
Yani bu ümmetin lideri onlardan daha fazla çalışıyor, onlarla birlikte her türlü sıkıntıya göğüs geriyordu...
Bu sebeple liderin dediği her söze itaat ediliyor, İslam’ı seven fedakar bir toplum oluşuyordu...
Güçlü bir toplum oluşturmanın yolu, sağlam öncülüklerle ve toplumun içinde yaşayan mütefekkirlerin örnekliğiyle mümkündür...
Osmanlı’nın 600 yıllık hakimiyetinin sırrı da bu hakikatte yatmaktadır;
Fatih Sultan Mehmet’le yahudi bir ustanın, hakimin huzurunda hesap vermesi ve sultana ceza verilmesi örneklerden bir tanesidir...Ve arkasından Fatih’in tarihe nakşedilmiş, hakime söylediği şu sözü meşhurdur;
“Eğer ben devlet başkanıyım diye beni kayıracak hüküm verseydin, şu kılıçla boynunu uçuracaktım.”
Hakimin cevabı daha da manidardır;
“Eğer sende benden iltimas isteseydin; şu tokmakla başını ezecektim.”
Sözümüzü uzatmadan bir hadisi şerifle noktalayalım;
“Cerir (r.a) anlatıyor: Bir adamın Resulullah’ın huzuruna geldiğinde titrediğini gördüm. Resulullah (sav) bu zata:
‘Titremene lüzum yok.Ben kral değilim. Kureyşli kuru et yiyen fakir bir kadının oğluyum.’ Buyurdu.”