Anadolu insanı yüzyıllardır memleketin öbür tarafını merak eder dururdu. Gurbetçisi, askere gidip geleni, başka şehir görmüşü, okul mektep bileni anlatırken anılarını doğdukları yere; memleketine yeni akıllar, yeni hayaller getirirdi. Anadolu insanı gelenin gidenin anılarından gördüğü kadarını hayal ederdi şehrin, başka memleketlerin, ülkelerin güzelliklerini.
Hayalinde memleketinin öbür tarafına götüren uçaklar, gemiler, arabalar vardı. Yeni insanlar, yeni kültürler, çarşılar pazarlar. Adım atma zahmetine katlanmadan gideceğin yere götüren yürüyen merdivenler, iki düğmeyle tepesine ulaştığın yüksek binalar. Ayağa değen taşı olmayan yağ gibi yollar. Gündüz gibi geceler, fenersiz gezilen ışıl ışıl caddeler, sokaklar. Etrafında birilerinin yaşadığını hissettiren sesler, gürültüler.
Onlarca yıl bekledi şehrini şehirlere, ülkesini ülkelere bağlayan yolları. Köprüler yapıldıkça daha bir başka güçlü atar oldu adımlarını. İş bulacağı fabrikalar, ürününü satabileceği pazarlar açıldıkça bir başka hesap kitap yapar oldu. Okullar yapıldıkça, okula öğretmenler gelip gittikçe, çocuklarını bir başka hayal eder oldu umut dünyasında.
Ezan da bir başka güzeldi. Şehrin her yerini dolduran güzel sesli hocaların davetiyle. Hacı olanlardan duymuştu; binlerce insan bir anda akın akın bir arada ibadet ettiğini. Ayrı bir hazzı olsa gerekti iftarın, sahurun, bayramın.
Şehirli olmak bir başka güzel bir başka kolaydı. Köyünde her sabah tarlaya, harmana, sabana gidip gelmektense, şehirde ağalar gibi yaşamak vardı. “Ne ettin, neden ettin?” diye soran da yok, sorgulayan da. Pazarda, manavda, bakkalda, kasapta; köyünde beş para etmeyen bir sürü şey de kapış kapış… Eğlence de çoktu. Keyif mi! Gırla… Öyle ya; bedenin huzuru için her şeye çabucak ulaşılabileceği yerdi şehir. Her şey hazır… Tarlayı görmeden un hazırdı… Unu görmeden ekmek hazırdı… Kışı görmeden bahar gibi yaz hazırdı. “Lüküs hayat!”
Kente, kentlere, ülkelere, kalabalıklara hayalin yolculuğu başladı; önce giderken götürdükleriyle yaşamaya çalıştı. Sonra şehirde sunulanlarla yaşamaya alıştı.
Her gün aşmak zorunda olduğu görülemeyen, ucu bucağı olmayan yollarda onlarca yıl koştu yürüdü. Şehrin görünmeyen tepelerinden bir başka diğer tepeye çağıran görünmeyen bir ses vardı. Ses nereden çağırırsa oraya koştu. Gün doğumuna hasret fabrika servislerinde, dört duvar arasında mekânlarda yeni hayallerin ardından yürüdü.
Gün batımında apar topar kendini zor attığı aylığının yarsına mal olan evinde; ne gündüzler hayalindeki gündüz, ne de geceler hülyalarındaki gece değildi…
Koca şehir hem kalabalıktı hem de kimse yoktu. Herkes kayıptı, herkes bir yerlerde koşturarak kaybettiği bir şeyleri arar gibiydi. Bedenleri bir telaşta, ruhları huzursuz görünüyordu.
Eksik olan bir şeyleri vardı bu yerde. Karnı toktu. Ruhu, aklı aç ve susuzdu sanki. Bütün makyajlı güzelliğine rağmen, insanın ruhunu daraltan bir şey; daha iyi eğitim, daha iyi bir meslek için gelmişti bu ellere. Güvendiği şehrin göz kamaştıran aydınlığında yarınını göremiyordu, sisliydi; kaybolmuştu.
Doymak bilmeyen şeyler, dolmayan şeyler, derin kuyular vardı. Akın akın yeni gelenler de aynı kuyuyu doldurmak için var gücüyle uğraşıyordu, nafile; doymuyordu, dolmuyordu.
“Bağından” kopup geldiği bu yerde başka bağlarla bağlandı. Bir daha da ne bu bağlardan ne de “ağlardan” kurtulamadı.
Çünkü hayallerinin ardından koşarken, hayalini besleyen ruhundan uzaklaşmış, onu gerçekleştirecek olanı da yok etmişti.
Bir öykü; “Hasta odasında iki yatalak. Biri pencere kenarında, diğer ondan uzakta.
Pencere kenarında yatan, her gün yakınındaki perdeyi aralar, dışarıda gördüğü tüm güzellikleri oda arkadaşına anlatır. “Bugün parkta yine gençler, geziniyorlar. Hava çok güzel. Temizlikçi, parkta ağaçlardan düşen yaprakları, topluyor. Kenardaki çiçeklerden dün tomurcuk olanlar bugün açmış.”
Odanın diğer ucundaki hasta adam, her gün bunları dinler ve “şu pencere kenarına ben yatsaydım. Orada olanı biteni kendi gözlerimle görürdüm” diye söylenip durur.
Bir gün pencere kenarındaki hasta adam ağırlaşır ve oda arkadaşından yardım çağırması için “imdat” butonuna basmanı işaret eder. Ama adam yardım çağırmaz. Bütün amacı, dışarıya bakan pencereye yakın yatağı ele geçirmektir.
Pencere kenarındaki adam, hayatını kaybeder ve yatağına diğer adamı taşırlar. Odada kimse kalmayınca, yatağın yeni sahibi, perdeyi aralar ve gördüğü şey karşısında gözyaşını tutamaz; Perdenin ardında caddeye bakan bir pencere yoktur. Sadece pencereyi kapatan bir duvar vardır.”
Şehir hayallerimizi gerçekleştirmemiz için güzel mekânlara ve imkânlara sahip yegâne yerlerdir. Şehir, geçmişle bağımızı, gelecekle ilgili hayallerimizin korunduğu çevredir. Bize ve çocuklarımıza bir amaç ve hedef sunar, imkân hazırlar, kimlik verir.
Onu birbirimize olan hasedimizle, kibrimiz ve çıkar kavgalarımıza, zenginlik ve bencillik zaaflarımızla zehirleyip öldürmeyelim.
Çünkü şehir öldüğünde sadece “şehrin hayali” ölmez! Şehir öldüğünde; bizim hayallerimiz de ölür!