Hiçbir işi dışarıda bırakmadan yeryüzünde hayatın devamını sağlayan işleri ahiretle ilişkisiz “dünyalık” sanmanın gafletiyle "zerre kadar hayrın ve şerrin" karşılığı olduğunu idrak edememenin dalaleti birleşince; namazın hikmeti mescide, orucun rahmeti iftara, haccın idraki ihrama, Nebevî ahlâk kıssalara mahkûm edildi.
İnsan aklı, bir yandan düşünmeyi, çalışmayı, okumayı, araştırmayı, ticareti, siyaseti, fen ve sosyal bilimlere bakışı ayrı “bu dünyaya”, toplumun bin yıllık mazisine perçinlenmiş, ayrıştırılması dahi mümkün olmayan ahlaki, kültürel, inanç, dini değer ve ilkeleri de “öteki dünyaya” mahkûm edilerek, zihnini, kişiliğini, aklını ve ruhunu parçalayan bir felsefenin kurbanı oldu.
Müslüman söylemleriyle uhrevi, eylemleriyle dünyevî olmaya zorlandı. Ardından bölünmüş aklın “eylemleri ile söylemleri” arasındaki fark, tartışma konusu yapılarak üzerinden “İslam” veya “inanç” tartışma alanına taşındı; o, ne dünyanın ne de ahiretin “âdemi” olamadı.
Kimileri beş vakit namazda okunan ayetleri ve duaları anlam değerinden uzak, gündelik hayata yabancı sözcükler olarak tekerrür etmeyi inanç için yeterli bulur hale gelirken, kimileri de dünyanın her haline tepkili, güdümlü ve radikal ideolojilerin ağına düştü. Bu iki hali gören ve her ikisinde de huzuru bulamayan bazıları da dini, diyaneti bir yana atıp; ya tamamen inkârı ya da bir yaratıcının varlığını kabulle birlikte dinin kitabi esaslarını, inançlarını ve değerlerini reddeden “deist” fikrin tuzağında boğuldu.
Bunun neticesi olarak Müslümanın hayata ve ahirete bakışı kör, kadük, fikri derinlikten uzak, anlık, geçici duygu yüklü bakışa doğru bir dönüşüm yaşadı. Madde ile manayı birleştirip ikisinin açtığı yolda yürümek yerine, kimi maddenin kimi de mananın ayrı ayrı tek güç olduğu vehmine kapıldı. Oysa hem madde hem mana “insan” denen varlığın hayatta kalabilmesinin iki şartıydı.
“Yeryüzü size mescit” kılındı ayetinin rehberliğinde bütün yeryüzü zaten İslam’ın ve zaten Müslümanın. Dünyanın neresinde olursa olsun insan için güzel olan her şey Müslümanın yitik malı. İster maddenin ister mananın ürünü olsun ulaşılması gereken hazine.
İnsan hayatını kolaylaştıran, onu insan olarak değerli bulan bütün olaylar, olgular, fikirler ve ideolojiler Müslüman için öğrenilmesi, hayata taşınması gereken; “zıt kutuplar arasındaki üstün nizamın” ve ahenginin bir aracı.
Şu halde;
İslam’ın evrenselliğini bırakıp onu millileştirme, yerelleştirme, bir coğrafyaya hapsetme onu değersizleştirmek değil mi?
Mekke’de, Medine’de, Endülüs’te ve Anadolu’da saçılan ilmin tohumları Batı dünyasında çiçek açıp meyve verirken, bu medeniyetin çocukları ve varisi bizlerin düşünce bahçesinde filiz veremez hale geldi ve neden bu bahçeyi ayrık otları sardı?
Bugüne kadar dünyaya rehberlik eden; insanı hem bedenen hem de ruhen süzen ve çözen düşünürlerimiz, sanatçılarımız, mimarlarımız, matematikçilerimiz, siyasetçilerimiz her alanda neden yeniden yeniden doğmadı da, arşivlerde ulaşılamayan, anlaşılamayan mistik ve mitolojik âlemin kahramanları gibi kaldı?
İslam, onu derinden anlayanların fikirlerine ve düşüncelerine çağ çağ bütün evrene ilim ve hikmet sunarken, neden bizim aklımız, fikrimiz, zikrimiz bu idrakten uzak.
Evrenin sırrını çözmek için uzayı adım adım keşfetmesi, teknolojik her buluşa imza atması gereken biz Müslümanların, bunu ibadet aşkıyla yapması, daha çok çalışması, daha çok ilmi eser ortaya koyması, “iki günü eşit olan ziyandadır” fikrini idrak edip, zamanı israf etmemesi gerekmez mi?
Müslümanın insanlık adına, “zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün karşılıksız kalmayacağı” bilerek dünyanın her yerinde olan biten her tür haksızlığa karşı daha bilinçli yaklaşması, “temizlik imandandır” ilkesinden yola çıkarak, “yarın kıyametin kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz” emrini evrenselleştirip daha çok çevreci olması gerekmez mi?
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” kültürünü anlayıp, her tür hak ihlalinin karşısında, bugün insan hakları havariliğine soyunmuş ancak “insan” tanımayan kapitalist ve emperyalist güçlerin karşısında daha çok “insan – kadın, çocuk, işçi- hakkının savunucusu olarak duyarlı bir tavırla başrolü oynaması gerekmez mi?
Kozmozu bilmeyen hiç bir teoloğun, “her şeyi bir ölçüye göre yaratan” Allah'ın yüceliğini bilimsel tanımlarla doğru olarak kestirmesi de mümkün olmadığına göre, bilimle inanç arasındaki engellerden biri de bu alanda çığır açan ateist ve deistlerin ardından koşup onların ulaştığını iddia ettikleri sonuçlara karşı savunmada kalan Müslüman bilim adamları değil mi?
Hep diyoruz ya “düşman” sürekli bizi “yok etmek” için gece gündüz çalışıyor. Silahlar geliştiriyor, laboratuvarlar kuruyor, keşifler yapıyor. Uzaydan saç telimizin analizini yapabilecek uydular geliştiriyor. Sanatçılarıyla film setlerinde algılarımızı yönetecek yapıtlara imza atıyor, gençlerin dikkatini cezbeden senaryolar kurgulayıp onları baştan çıkarıyor.
Şimdi şu sorunun cevabını bulmak lazım;
“Onlar bizi yok etmek için bu kadar çaba içinde iken, biz var olmak için ne kadar çaba gösteriyoruz ve bunu dert ediniyoruz?