O gün de her zamanki gibi yorgun ve bitkin bir şekilde uyandı sabah namazına. Zaten uykudan her uyanışında nefes alan bir ceset gibi hissediyordu kendisini. Zor güç kıldıktan sonra iki rekat sünneti 'Ya destur. Güç ver Rabbim' diyerek farzını da kıldı. 4 rekatlık namazı kılarken sanki bütün ramazan ayının teravih namazını kılmış gibi yorulmuştu. Çok farklı bir yorgunluk vardı bu kez üzerinde Nilgün’ün. Güçlükle topladı namazın duasını ve kalktı.

Namazdan sonra kitap okumak günlük adetiydi. O gün de öyle yaptı ve halsiz olmasına rağmen eline kaç gündür severek okuduğu 'Yusuf ile Züleyha' kitabını aldı yeniden. Gün ışıyana kadar kitabın kahramanlarıyla vakit geçiriyordu. Öyle çok giriyordu ki kitabın içine zaman zaman kitabın kahramanlarının yerine koyuyordu kendini. Bu kitapla da; Yusuf ile Yusuf, Züleyha ile Züleyha olmuştu yine. "Bu nasıl bir aşk?" diye iç geçirmeden edemiyordu. Zaten aşk hikayeleri her zaman derinlerden bir yerlerden yaralıyordu onu. Hiç evlenmemişti bu yüzden. Hayatını işine ve kardeşine adamıştı.

Yaklaşık 50 sayfa okumuştu gün ışıyana kadar. Ancak artık yavaş yavaş hazırlanması gerekiyordu. İşe gitmeliydi artık. Zaten dünden de epeyce iş birikmişti. Beraber aynı evi paylaştığı kız kardeşi Melek’i de uyandırdı. O hemşireydi. Kendisi ise bir inşaat firmasında yönetici asistanı. Öğretmen olmaktı aslında hayali. Ancak “Her şey kısmet” diyerek teselli ediyordu kendi kendini ve daha bir sıkı sarılıyordu işine. Zaten sarılacak başka kimsesi de yoktu kız kardeşinden başka. Bir işi bir de kardeşi yetiyordu ona. “Öğretmenlik olmasa da olur” diyordu.

Minik bir araçları vardı. Beraber işe gidiyor, beraber dönüyorlardı. Melek evlenene kadar rutinleri böyle devam edecekti. Kardeşini çalıştığı hastaneye bıraktı önce. Kendisi de çalıştığı inşaat firmasına gidiyordu. “O kadar işin altından nasıl kalkacağım?” diye düşünüyordu ki, gözünün önü karardı birden. Düşüp bayılacakmış gibi oldu. Aracı sağa çekip bekledi bir müddet. Sonra devam etti.

İşe geldiğinde ayarlanması gereken randevular vardı ilk sırada. Onları halletti. Sonra diğer işlere baktı. Vakit öğleye yaklaşmıştı. Arkadaşlarıyla yaz aylarına yakışır hafif bir şeyler atıştırdılar öğle yemeği niyetine. Zaten ağır yemekler yiyecek durumda da değildi. Fakat bir şeyler atıştırmasına rağmen kendine gelememişti. Sıcak bir şeyler içmeliydi. Öyle söylemişti yüzünü solgun gören mesai arkadaşı Gamze hanım. “Çok kötü görünüyorsun. Bir nane-limon içmelisin” diyordu. Aksine nane-limondan nefret ederdi, midesi daha çok bulanırdı. Ama kıramadı arkadaşını. Israr üzerine bir kupa bardağa nane-limon hazırladı. Ağır ağır tam bir saatte içti.

İçmesine içmişti ama hâlâ kendisini toparlayamamıştı. Midesi allak bullak olmuştu. “Ahh Nilgün! Hayır demesini öğrenemedin” diyor ve kendi kendine kızıyordu. Sevmiyordu işte nane-limonu. Ne diye ısrar üzerine içiyordu ki? Böyle düşünüp hayıflanıyordu.

Derken daha fazla dayanamadı ve kendini lavaboya zor attı. Kusmaktan ciğerleri ağrımıştı. Kusmasına kusmuştu ancak ödü patlamıştı gördükleri karşısında. O halsizlik ve bitkinlik içinde kardeşinin telefonunu zor çevirdi.

“Melek. Hakkını helal et ölüyorum ben” diye telaşla bağırıyordu telefondaki ses Melek’e.

Melek çok korkmuştu. “Ne oldu abla? Neyin var? Neredesin?” diye arda arda soruları sıralıyordu.

Fakat Nilgün sorulara cevap vermiyor, sadece “Ölüyorum. Ciğerlerim parçalanmış” diyordu.

Melek daha fazla dayanamadı ve telefonda bağırdı ablasına.

“Abla! Bir dinler misin beni? Ne oldu?” dedi.

Kardeşi bağırınca kendine geldi ve cevap verdi Nilgün:

“Melek! Benim ciğerlerimden parçalar kopuyor. Zaten sabahtan beri iyi hissetmiyordum. Kötü bir şeyler olacağını hissediyordum. Bak ölüyorum. Ciğerim kanamış ve parçalar geliyor ağzımdan. Kusunca gördüm kopan parçaları” diyordu telaşla.

Melek:

“Abla! Hiçbir şey yokken insanın öyle ciğeri parçalanıp ağzından gelir mi? Delirdin mi? Sakin ol” dedi ancak ablasını sakinleştirmek ne mümkündü.

“Bana bu saate kadar neler yaptığını, ne yediğini anlat” diyerek devam etti Melek.

“Ne yapacağım? İşlerimi hallettim. Çok halsizdim. O yüzden arkadaşlarla birlikte hafif bir şeyler atıştırdık. Sonra nane-limon içtim ve kendimi lavaboya zor attım. Kusmaktan ciğerlerim ağrıdı” dedi Nilgün.

“Ne yedin öğlene?” diye sordu Melek.

“Peynir, ekmek ve karpuz” cevabını alınca, Melek bir daha bağırdı ve şöyle söyledi:

“Sakin ol abla! Beni de sinirlendirme. Kustuğunda çıkanlar ciğerlerinin parçası değil öğle yemeğinde yediğin karpuz.”