Yedinci sınıfa geçtiğim seneydi. İlkokulda tek öğretmenin bütün derslere girmesinden sonra ortaokula geçtiğimizde farklı bir durum, farklı bir heyecan yaşıyorduk hâliyle. Her derse farklı öğretmen giriyordu ve biz bu durumdan oldukça memnunduk. Çünkü her derse farklı öğretmen geldikçe derslerden sıkılmıyor, hatta bazen çok eğlenceli zamanlar geçiriyorduk. Orta birinci sınıfta derslere farklı öğretmenlerin gelmesine alıştığımız için orta ikinci sınıfa geçtiğimizde yine bir heyecan sarmıştı bizi. “Acaba bu yıl hangi öğretmenler girecek dersimize?” diye merak etmeye başlamıştık. Biz merak ededuralım, okulun içini bir söylenti kaplamıştı. Söylentiye göre şehir dışından gelen yeni bir öğretmenimiz olacaktı ve Türkçe dersimize girecekti.
Ders programımız belli olduktan sonra sınıf olarak heyecanla şehir dışından gelen yeni öğretmenimizi beklemeye başladık. Biz “Nasıl biri acaba? Sevebilir miyiz?” diye düşünürken Türkçe dersi gelip çattı. Kutluay (Erdoğan) hocanın sınıftan içeriye girmesiyle birlikte aslında bir güneş doğmuş üzerimize ama biz aynı gün bilemedik tabii bunu. Gün geçtikçe, zaman ilerledikçe fark ettik. Herkes onu seviyor, gördüğünde mutlu oluyordu. Arabası okul kapısından girer girmez bahçede olan bütün öğrencileri başına toplanıyordu. “Arabasının çadırını çekmek için öğrenciler birbiriyle yarışıyordu” dersem gerçekten abartmış olmam. Çünkü Kutluay hoca çadırı çekerken öğretmenine yardımcı olamadığı, çadırın ucundan tutamadığı için üzülen öğrenci sayısı az değildi. Hocam öğrencilerin o hâlini gördüğünde, “Tamam yarın da seninle çekelim üzülme” derdi. Bu bile bizim için muhteşem bir duygu idi. Bütün okul seviyordu onu. Aslına bakarsanız oldukça sert bir hocaydı, dersinde asla taviz vermediği prensipleri, kesin ve keskin çizgileri vardı. Bir ödev vermişse o ödev mutlak suretle yapılmalı, bir araştırma konusu söylemişse muhakkak araştırılmalıydı mesela. Ötesi yoktu. Derste taviz vermemesine ve hatta çok sert bir hoca olmasına rağmen herkesin sevgisini kazanan bir insandı.
Tabii Kutluay hocayı sevenler içerisinde ben de vardım. Disiplini, prensipleri, yaptığı işe olan saygı ve sevgisi, öğrencileri için canhıraş çalışması beni de çok etkilemiş ve çok sevmiştim. O kadar çok sevmiştim ki; dersinden en yüksek notu ben almalı, sorduğu her soruyu bilmeliydim. En önemlisi de dersindeki en çalışkan öğrencisi ben olmalıydım. Bunun için eve her gelişimde Türkçe çalışıyordum. Okuldan geldiğim gün dersi tekrar ettiğim yetmiyormuş gibi sürekli hikâye kitabı okur gibi sık sık göz gezdirip tekrar tekrar okuyordum işlediğimiz konuları. Bu da beni konuya o kadar hâkim yapıyordu ki, aklıma türlü türlü sorular geliyor ve hocaya soruyordum. Çılgın gibi merak ve öğrenme arzusu işlemişti içime. Bu durum da hocanın hoşuna gitmeye başlamış ve dönemin Türkçe dersinin favori öğrencisi olmuştum. Evet artık hiç kimse Türkçe dersinde benden daha yüksek not alamıyordu. Hocam beni, ben de hocamı çok seviyordum. Bu sevginin başarıya götürdüğünü gördükçe daha da çok seviyordum onu.
Koca bir eğitim yılı böyle geçti. Koca bir yıl diyorum ama sanki bir gün gibi kısa sürmüştü. Heyecanla orta üçüncü sınıfı bekliyorduk. Ben orta üçüncü sınıfta Türkçe dersinde hangi konuları işleyeceğimizi bile araştırıyor, ön bilgim olsun da, daha başarılı olayım diye uğraşıyordum. Sonunda okulların açılacağı gün geldi çattı. Okula gittik. Yine bir söylentidir dolaşıyor ortalarda. Neymiş efendim, Türkçe dersimizin hocası değişmiş. Artık dersimize Kutluay hoca girmeyecekmiş. İnanmadım tabii. Böyle bir şeye inanılır mı hiç? O yüzden ben de inanmıyordum. “Görürsünüz gelecek” diyordum ki, sınıfın kapısından içeri girdi hocam. Bu nasıl bir sevinçti şu an bile izah etmekte güçlük çekiyorum ve edemem de zaten. Buluttayım desem değilim, okyanus serinliğindeyim desem o da değil. Böyle ayağın yerden kesilmiş de, kuyruklu uçurtmanın üzerinde kuşlarla cıvıldaşıyormuşsun gibi bir duygu idi. Uçuyordum sanki mutluluktan. Ayaklarımın yere bastığını hissetmiyordum.
Kutluay hoca öğretmen masasına geçti. Ama ders işlemedi. “Ben gidiyorum çocuklar” dedi. O an başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldum. Öyle bir yanma ki, bütün hücrelerine işlemiş derin bir çaresizlik hissi gibi. Berbat bir duygu idi. Sustum, konuşamadım. Tek kelime çıkmıyordu dilimden. Sınıfta benden daha cesaretli arkadaşlarım vardı. Onlar “Neden hocam? Bizi bırakmayın” gibi şu an hatırlayamadığım bir sürü şey söylediler. Sadece, önüne gelene sataşan hayta bir çocuğun, “Bana bu zamana kadar kimse söz geçiremedi, kimseyi dinlemedim hocam. Siz hariç. Beni siz adam ettiniz. Gitmeyin” dediğini hatırlıyorum cümlesi cümlesine. Sırf bunu söylediği için o çocuğa bile saygı duydum hep yıllar sonra bile. Ancak hocanın tayini çıkmış Ankara’ya. Gitmek mecburiyetinde olduğunu söyledi. Hem bizim sınıfta hem de okulda tam bir yas, tam bir matem havası vardı. Zihnimden asla silinmeyecek bir kareydi. Hâlâ da silinmedi.
O gün eve nasıl geldiğimi bilmiyorum. Yalnızca o gün hiç kalkmamak üzere yatışım ve ancak ertesi gün okula gitmek için kalkışım var hafızamda. Okula gittiğimde hummalı bir çalışma olduğunu gördüm. Hoca için yapılmış güzel bir organizasyon vardı. Okul idaresi ve öğrenciler onun için küçük bir veda organizasyonu hazırlıyorlardı. Fakat ben kutlamaya katılmadım. Bahçede gezinmeyi tercih ettim. O ortamda bulunmak içimden gelmiyordu. O gün son görüşümüzdü onu. Geriye ise sadece aynı gün çekilmiş olduğumuz bir kare fotoğraf kaldı bize.
O günden sonra gücendim Türkçe derslerine. Edebiyata küstüm ve hiç Türkçe dersine çalışmadım. Orta üçüncü sınıfa geçmiştim ama ben orta ikinci sınıfta Kutluay hocadan öğrendiklerimle yetiniyor, sınavlara öyle giriyor ve hiç ders çalışmıyordum. Karşımda bir başka edebiyat öğretmeni görmeye dayanamıyordum. Edebiyat çalışmak hatta derslerine bile girmek istemiyordum. Sadece mecburiyetten bulunuyordum derslerde. Bütün bir yılı Türkçe dersi çalışmadan, önceki öğrendiklerimle yetinerek bitirdim.
Liseye başlamıştım artık. İngilizce hazırlık sınıfındaydım. Diğer derslere katılımım iyiydi ama edebiyat dersinde sadece uyumak istiyordum. Her ders bana Kutluay hocayı hatırlatıyordu çünkü. Edebiyat ders saati geldiğinde başımı sıraya koyuyor ve dünyayla bağlantımı kesiyordum adeta. Bir gün yine edebiyat dersinde başımı sıraya koymuş uyukluyordum. Birden saçımı okşayan bir el hissettim başımda ve uyandım. Edebiyat hocam Ahmet Yüzeroğlu idi bu. O kadar ince, o kadar kibar bir beyefendiydi ki, karşısındaki insanı incitecek diye ödü kopardı. O tedirginlikle “Neyin var kızım? Neden yazmıyorsun?” dedi. Afallamış, ne diyeceğimi bilememiştim. Ben şaşkınlık içindeyken hocanın, “Hasta mısın yoksa?” diye sorması can simidi gibi oldu bana. Bahanem “Hastayım hocam” oldu. O an saygısızlık yaptığımı fark ettim ve defteri açıp tahtadakileri yazmaya yeltendim. Ama hocam hafifçe defteri kapattı ve “Hastasın kızım sen. Sonra arkadaşlarından alır yazarsın. Şimdi yorma kendini” dedi. Hasta değildim fakat güzel bir insanı kandırmış olmak, üstelik onun da hâlâ nazik ve kibar davranması beni o kadar utandırdı ki, şu an bile o mahcubiyeti iliklerime kadar hissediyorum.
Bir sonraki edebiyat dersinde herkesten önce açtım defterimi. Derse hazırdım. Saygısızlık yapmaktan imtina ediyordum ki, hocam derste “Nasıl oldun kızım? Daha iyi misin? İyi değilsen sonra yazarsın. Şimdi dinlen” dedi. Ama ben o kadar kibar bir insana karşı tekrar aynı şeyi yapmak istemiyordum. “Gayet iyiyim hocam. Devam edebilirim derse” dedim ve ondan sonra edebiyat derslerinde hiç uyuklamadım.
Sürekli okulun kütüphanesinde olurdu Ahmet hocam. Hem orayı baştan sona düzenler, hem de sürekli orada vakit geçirirdi. Bir gün kütüphaneye uğradığımda elime bir kitap tutuşturdu. Kitabın ismini şu an hatırlayamıyorum ama Halide Nusret Zorlutuna’nın bir kitabıydı. Okumamı ve okuduktan sonra tekrar kendisine getirmemi istedi. Yaklaşık bir hafta sonra kitabı götürdüm ve hocama teslim ettim. Kitabı ona uzattığımda bana, “Bu kitapta bir şey dikkatini çekti mi kızım?” diye sordu. “Hayır hocam” dedim. “Bak ve bir düşün bakalım” dedi. Uzun uzun kitaba baktım ve “Bilemedim hocam. Nedir?” diye sordum. “Kitabın kapağındaki fotoğrafı sana çok benzetiyorum ben” dedi. Kitabın kapağında yazarın boylu boyunca fotoğrafı yer alıyordu. Meğer o kitabı rastgele vermemiş bana. “Evde ilk kompozisyon yazılı kâğıtlarınızı okurken, yazını çok beğenmiştim. ‘Kim bu?’ diye merak etmiş, ismini aklıma mıh gibi çakmış ve sınıfta notlarınızı okurken kâğıdın sahibinin sen olduğunu öğrenmiştim. İnşallah günün birinde senin de bir kitabın çıkar ve tıpkı Halide Nusret Zorlutuna gibi kitabının kapağına fotoğrafın basılır” dedi gözleri parlayarak. İçimden çok güldüm tabii. Yazarlık kimdi, ben kimdim? Yazı çizi işleriyle hiçbir ilgim yoktu ki yazar olaydım. Aklımın köşesinden bile geçmeyen bir durumdu bu ve pat diye böyle bir şey söylüyordu hocam. Neden böyle bir şey söylediğine de anlam verebilmiş değildim üstelik.
Aynı yıl dayım, işyerinde fazla olan ajandalarından getirmişti eve. İçerisinde işle ilgili yazılmış birkaç satır haricinde hiçbir şey yoktu. Bomboştu. Epeyce bekledi bir yerlerde ama ajandayı gördükçe bir şeyler karalamak istiyordum. Alfabeyi yeni öğrenen öğrencilerin harfleri çizdiği gibi ben de minik minik şiirler karalıyordum. Bir, iki, üç derken kabarıyordu şiirler. Nereden bilebilirdim ilk derecemi ‘ikincilik’ olarak lise ikinci sınıftayken şiir dalında alacağımı. Sonra kompozisyon dalına il birincisi olacağımı. Böyle böyle ufak da olsa yazılar yazmaya başlamıştım. Lise mezuniyetinin hemen ardından da gazeteciliğe başlamıştım ki, işim gücüm yazı yazmak olmuştu artık. Sanki efsunlu bir el saçlarıma dokunmuş ve beni yeniden edebiyatla barıştırmıştı. İşte o el, edebiyat hocam Ahmet Yüzeroğlu’nun eliydi. Adeta dersten kaçmak için uyukladığım o gün başımı okşarken, kalbimin edebiyata kırık yerini de tamir etmişti. Gandhi diyor ya, “Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür. Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür. Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür. Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür. Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür.” Belli ki dua niyetine geçen bir arzuydu hocamınki de. Beni yazar olarak görmeyi o kadar çok arzu etmiş olmalı ki, kalbinden geçen bu arzu, bugün ellerine ulaştı ve kendi şiirlerimden ve röportajlarımdan oluşan “Narince” isimli çift yönlü kitabım tek kitap olarak hem okuyucularımıza hem de hocamıza ulaştı.
Selam olsun hocam! Selam olsun yüreğinize…
Öğrenciniz Narin’in kitabı yirmi yıl sonra ellerinizde…