“Aklın neresindeyiz? Başlığıyla yayınlanan yazımız üzerine, Dediler ki: “Hocam, iyi güzel de biz nerede hata yaptık?”

El cevap: “Ya kitapları hayata ya da hayatı kitaplara uydurun. Yoksa ikisi de anlaşılmayacak”.

Bir üniversite mezunu, eğitim öğretim sürecinde en az 16 yıl geçirir. Diplomasını, eski dille icazetnamesini; aldıktan sonra bir de bakar ki hayat kendisine öğretilenlerden başka bir yere taşınmış ya da kendisine hayat öğretilmemiş.

Sonuç, herkesin birbirini suçladığı, yetersizliklerden şikâyet ettiği Hizmeti alanın da verenin de birbirini eleştirdiği ürünler. Bir sorumlusu ve sorunlusunun bulunamadığı kaçınılmaz son.

P.Senge: “Bugünün problemleri, dünün çözümlerinden kaynaklanır”, tespitiyle dile getirir. Hocalarım bu işe ne der bilmem. Bana göre eğitim sistemine atfen dün ortaya konulan çözümler, bugün problem olarak karşımıza çıktığına göre hala “İnsan ve Liyakat Odaklı Nitelikli Eğitim Sistemi” yerine“, “Mezun ve İstihdam Odaklı Nicel Eğitim Sistemi” üzerinde ısrar ediyoruz.

Mesele birkaç on yılın değil, yüzyılların sorunu. Mesele ne politik ne de ideolojik değil. Bir tarafa taraf olmayla da ilgisi yok. Çünkü üstat Meriç’in de söylediği gibi “Maarif meselesi, memleket meselesi”.

Türkiye, 2071 hedefi olan bir ülke. Bin yıllık hayali olan bir liderle hedefe koşacak gençlere, öğretmenlere, yöneticilere, akademisyenlere muhtaç. Bu hedeflere nasıl koşması gerektiğini anlatan eğitim öğretim sistemin kurgulanması ve yeni eğitim modellerinin yapılandırılması meselesi de memleket meselesi değil mi?

Ne yazık ki eğitim sisteminin gündemi hala sınavlardan yüksek puan alma hedefine koşturtma çözümü öneren, “sıfırcı” şahsiyetlerin kuru, içi boş, hedefsiz, geçici pazar oluşturma odaklı çağrısıyla yankılanıyor.

Başarı(!) ise sınava hazırlan, kazan yeter. Başka ihsan istemem, diyojenliği ile tanımlanıyor. Başarının fordist yaklaşımı, eğitim camiasının kulaklarına fısıldanıyor ve koşu bantlarında öğrencilerin yetenekleri metre ile domatesin, kilo ile uzunluğu ölçülmeye çalışılıyor. Balığın ne kadar hızda kavağa çıktığı, kuzunun ne kadar derin bir havuza girebildiği testi de ihmal edilmiyor.

Sınav sonunda verdiği cevabın niteliğini tartışan öğrenci görmedim. ABC…. Hayatın bütün versiyonlarının beş seçenekten sadece biri olduğuna alıştırılan zihinlerden, bir fincan kahveye bakıp, dünyayı gören sosyolog yetiştiremezsiniz.

Temel eğitimin ilk yıllarında hayalleri olan, öğrenmek, okula gitmek için ağlayan çocukların, sonraki yıllarda budanmış kişilikleri, öldürülmüş hayalleri, kırılmış özgüvenleriyle karşımıza “ben neden okudum ki diyerek ağlayarak” gelen gençler, karşımızda duruyor olması da bu beş seçeneğin altıncısı.

Hayatın gerçekleriyle uyuşmayan, işlerine yaramayan ağırlıktaki teorik bilgi hamalları olarak, boşa gittiğini düşündükleri on altı yıllık eğitim süreci. Daha da beteri, temel eğitimden yükseköğretime kadar bütün gençlerimize eğitimin her kademesinde gösterilen sözüm ona “büyük hedef (!); “657” ve türevlerinden mürekkep bir ideal.

Bir gence, okulun ilk yıllarında hedefini sorduğumuzda aldığımız cevapla, sonraki yıllarda aldığımız cevap arasındaki sapma ne kadar az ise başarımız o kadar yüksek. Sorun, aldığınız cevap size bir fikir verecektir.

Bir işletmeyi iflasa götüren şeylerden biri de idealsiz ve davasız, hayalleri törpülenmiş, girişimciliği köreltilmiş, işletmenin asıl amacından uzağa savulmuş insan kaynağıdır. Bir elmas madenindeki işçi, yer altından alın teriyle çıkardığı elmaslardan daha az önemsendiğini, bir parça elmas kadar değerli olmadığını düşünmeye başlamışsa, o madenden de elmas çıkaramazsınız.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinde, bir yerlerde asılı kalmış, biyolojik ihtiyaçlarını dahi temin edememiş, kendini gerçekleştirme yolculuğu bu basamakta bitmiş, nefesi tükenmiş, ümidini yitirmiş insan, kadro havuzunda sadece bir sayı olarak yer işgal eder.

“Adam” yetiştirdiği varsayılan bir kurumda eğitim alan öğrenci “benden ancak, bu kadar adam olur” demek zorunda kalacağı, yeteneklerine ve yeterliliklerine göre ölçülüp biçilemiyorsa tutuşturulan kuru sayılarla sıralanıyorsa, ezberin sonu yok...

Sonrası: büyük hayallerle çıktığı yolda bir müddet sonra, çabalarının boşuna olduğunu, aldığı bunca eğitime rağmen atıl bırakıldığını, çalışanla çalışmayanın bir tutulduğunu gören her insan “âllâme-i cihân” olsa, bir zaman sonra görevini sadece bulunduğu yerdeki işinden sadece maaş alacak varlık göstermeye başlar. Yap demeden yapamayan, inisiyatif alamayan, işini “mış” gibi yaparak ve günü kurtaran “yönetilirliğe” doğru evrilir.

Varoluş amacı, büyük resmin bir parçası olarak zorunlu gerekliliği, işini doğru yapmasının önemi, bunu yaparken, fikirlerine ve emeğine her zaman ihtiyacımız olduğu, emeğinin boşa çıkmayacağı, objektif değerlemelerle kariyer basamaklarını gücü ve yeterliliği nispetinde tırmanabileceği bir sistemin varlığı hissettirilmeli. Ehli olacağına emin olduğu işin, ehline verileceğine inandığı, başı sonu belli kariyer yol haritası oluşturulmalı.

Bir çırak, ustabaşı olarak devletine ve milletine katkı sağlayacağı yere hangi yeterliliklere sahip olursa ulaşabileceğini adım adım bilmeli. Yolda güvenle ilerlemeli ki başardığında kendisinde hem de başkalarında, başarının kendisine atfedilen değil, emsallerine göre daha iyi bir performans göstermiş olduğu için kazandığı bir statü olduğu vicdani kanaati oluşmalı.

“Burası Türkiye, burada işler böyle yürür” metaforu kırılmalı. “Ben yoksam kimse yok” davasının ve düşüncesinin tohumları, anaokulundan itibaren zihinlere pedagojik ustalıkla ekilmeli. Ekilen tohum güvenilirliği yüksek bir sistemle korunmalı ve insanların kalbinde yeşertilmeli.

Gençlerin keyfi uygulamalar ve bürokrasinin çelik çekirdekleri arasında ezilmesine izin vermeden, özgüveni desteklenmeli. Girişimciliğini ispatlayabileceği, hayalini test edebileceği pedagojik zemin hazırlanmalı.

Malazgirt’ten 2071’e koşan ruhların, Anadolu’ya saçtığı tohumlara sahip çıkmak gerek. Bu tohumların, büyük küçük herkesin ruhunda fidan olması sağlayacak, insan odaklı, ruhu sanatla süslenmiş, aldığı eğitimi yaşadığı hayatta, yaşadığı hayatı okuduğu kitapta bulan, olmayanı yeniden düşünen, hem hayata hem kitaba yazan, iddialı bir eğitim sisteme ve eğitimde iddialı insanlara muhtacız.

Öğrenen öğretmene, öğrenen yöneticiye, öğrenen öğrenciye, öğrenen okula ve öğrenen kurumlara, öğrenen Türkiye’ye ihtiyacımız var.

Ezberlenenler unutulur, öğrenilenler yaşanır, hayat olur.

 

Maraş Pusula Haber - www.maraspusula.com / Yazar Nadir Yıldırım