Son 300 sene içerisinde yaygınlaşan sömürge ağında en büyük patron tartışmasız İngilizlerdi. Sanayi devriminden sonra hammadde ve Pazar arayışları yüzünden hayli stratejik değer taşıyan sömürgeleri bulmak, yerleşmek ve buralarda tutunmak oldukça ustalık isteyen bir siyaset gerektiriyordu. Menfaatleri dışında hiçbir ahlaki kural tanımayan İngilizler veya diğer sömürgeciler sömürge haline getirdikleri topraklarda sürekli bağımsızlık hareketleri ile karşılaştılar. Yerli unsurlar aç gözlü yabancıları bünyelerine kabul edemediler.

Bu duruma çare arayan sömürgeciler bir takım formüller ürettiler. Bunların en başında kültür emperyalizmi geliyordu. Ellerinde tuttukları bilimsel alandaki üstünlük sayesinde tutunmaya çalıştıkları yerli toprakların sosyal ve kültürel dokusunu inceleyip öğrendiler. Onlara kendi tarih ve kültürlerini anlatarak onları tanımlama ve tarif etme üstünlüğü elde ettiler. O topraklara okullar hastaneler vs. açıp aradaki aykırılıkları törpülediler. Sömürgeciler tarafından açılan misyoner okullarında eğitim gören yerli unsurların kalburüstü evlatları zamanla kültürel değişime uğrayarak üstün gördükleri yeni kültürü benimsemeye başladılar. Hatta misyonerler de devreye girerek sürekli Hıristiyanlık propagandası yaptı ve sonuçta bu yerli unsurların önemli bir kısmı din değiştirdi. Dini ve kültürel faklılıklar bu şekilde törpülendikten sonra işler kolaylaştı. 

Ayrıca yerleştikleri bölgedeki yerli halk arasında mevcut olan dini veya etnik ayrılıkları körükleyerek onları birbirine düşürüp kendi işlerinin kolaylaşmasını sağladılar.

İngilizlerin hükmettiği topraklarda yaşayan halkın önemli bir kısmı Müslüman’dı ve dinen İstanbul’daki halife ye bağlıydı. Müslümanlar arasındaki birliğin güç ve sinerji oluşturduğunu gören İngilizler onları etnik ve mezhep bağlamında ayrıştırıp birbirine düşürmeye çalıştılar. Hatta Vehhabi isyanını destekleyerek Ehl-i Sünnet ana caddesini çökertmeye uğraştılar. Bu yeni uydurulan mezhep dini ayrılıkları körükledi.

Müslüman ahalinin Halife’ye olan bağlılığı İslam milletleri arsında önemli bir birlik oluşturduğu için İngiliz nüfuz bölgelerinde Hilafet aleyhine propaganda başladı. En çok işlenen konu da Osmanlıların Arap memleketlerini işgal edip sömürdüğü konusu idi.

Gerçeğe zerre kadar saygı duymayan ve çıkarlarından başka hiçbir değere inanmayan batı insanı İslam topraklarındaki nüfuzunu sürdürebilmek için Müslümanlar arasına fitne tohumları atmaktan hiç vazgeçmedi. 

Osmanlı devletinin Arap memleketlerine olan ilgisi bu topraklarda var olan bir zenginlikten kaynaklanmıyordu. Zaten Mısır dışında zengin olan bir Arap toprağı da yoktu.

Osmanlı bir ümmet devleti olduğu için muhataplarının etnik kimliğine zaten bakmazdı. Bakmadığı halde içlerinden Peygamber çıkmış bir millet olarak ve içlerinde peygamber evlatlarının yaşadığı bir nesil olarak Araplara özel bir önem verildi. 
Yavuz Sultan Selim ittihad-ı İslam kurulmadan ehl-i küfre karşı başarı sağlanamayacağını bildiği için Müslümanları tek sancak altında birleştirmek adına iki sefer yaptı. İran’ı Çaldıran savaşında etkisiz hale getirdi. Mısır’ı alarak Arap İslam dünyasının gücünü Osmanlı gücüyle birleştirdi. 

Bu sıralar Arap memleketlerinin nüfusu azdı ve fakirdi. Peygamber hürmetine onlardan vergi alınmadı. Askere de alınmadı Araplar. Hatta her yıl İstanbul’dan Kabe’ye doğru yola çıkan Surre alayları ile Araplara dünyalar kadar hediyeler ve bahşişler götürüldü. 

Memluk sultanları hükmettikleri topraklar arasında Hicaz bölgesi de bulunduğu için “Hakimü’l harameyn” ünvanına maliktiler. Mısır’ın fethinden sonra bu unvan Osmanlılara geçmişti. Ancak Yavuz bunu kabul etmedi ve olsa olsa “Hadimü’l Harameyn” olur diyerek kendisini kutsal toprakların hizmetçisi ilan etti.

Osmanlı kültüründe sömürü asla yoktu. Hatta almaya değil vermeye yatkın bir ahlak vardı. Bu yüzdendir ki Hindistan’ın Cücerat emiri Kanuni’den yardım isteyince Osmanlılar bin bir zahmet içinde Hint seferlerini başlatmışlar, büyük zorluklar yaşamışlar ve Portekizlilerle oradaki Müslümanlar adına defalarca savaşmışlardı. 
Şimdiki Endenozya o zamanki adıyla Açe ve Sumatra da Osmanlı sultanından yardım istediğinde hemen el atılmış ve daha oralara yardımlar götürülmüştü.

Değil ki Müslümanları olmayanları dahi sömürmek Osmanlı’nın aklından geçmedi. Osmanlı’nın terk etmek zorunda kaldığı Lehistan veya Mora’nın yerli halkı Osmanlı gitmesin diye çok yalvardı. Hatta Mora Rumları Karlofça Antlaşması ile Mora Vededik’e geçince İstanbul’a elçi gönderip Mora’yı yeniden Osmanlı’ya bağlayın ricasında bulundular. Padişah 3. Ahmet Hekioğlu Ali Paşa’yı gönderip Rumların da yardımıyla Venedik ordusunu yenip Mora’yı yeniden Osmanlı toraklarına kattı.

Gayri Müslimler için bile söz konusu olmayan sömürünün Müslümanlar için söz konusu edilmesi zaten anlamsızdır.
Şimdiki zamanda etnik kimlikleri öne alarak konuşmaya alıştığımız için eski dönemlere de bu mantıkla yaklaşıyoruz. Halbuki o zamanlarda Osmanlı milleti ikiye ayrıldı. Ehli Müslim, gayri Müslim. Müslümanlar arasında herhangi bir ayırım yoktu.
Aslında Tanzimat döneminde Türk aydınları arasında nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşandıysa benzer bir gelişme Arap memleketlerinde ve Arap Aydınları arasında da başladı. Batı hayranlığı Batı etkisinde düşünmek gibi bir sonuç doğurdu ve neticede milliyetçi batıcı seküler akımlar onlar arasında da yayıldı. İşte Müslümanlar arasındaki ayrılık tohumları da bu saatten sonra ekilmeye başlandı.

Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil Hıristiyan Araplardı. 

Arap milliyetçiliği, 1860′larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı İmparatorluğu’na ve yönetimindeki “Türklere” karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun Hıristiyan oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken “Arapların İslam öncesi tarihlerine” ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu.

Osmanlılar özellikle Kuzey Afrika’da İspanyol ve Portekiz zulmüne maruz kalan Müslümanlara sürekli yardım etmiş ve oraları muhafaza etmek adına ağır bedeller ödemiştir. Mısır daha fethedilmeden önce Mısır uleması ve beyleri Yavuz’a mektup yazarak yardım istemişler ve buraların Osmanlı topraklarına katılmasını istemişlerdir.

Özelde Osmanlı, genelde İslam anlayışında asla kul hakkı yenmez. Müslüman’ın malı canı ırzı zaten Müslüman’a haramdır. Bırakın Müslümanları olmayanları bile himaye eden bir anlayış ve terbiye vardır. Bu sebeple gayri Müslimlere zımmi denmiştir. Yani bize zimmet edilen emanet. Malumdur ki zimmet edilen şeyin başına bir şey gelirse zimmetlenen mesul olur. Onları bile emanet duygusu içerisinde muhafaza eden Müslümanların birbirini sömürdüğünü düşünmek çok yanlış olur.

Kısaca; 
1.Osmanlı döneminde Arap topraklarında sömürülecek bir zenginlik yoktu. Osmanlılar bırakın sömürmeyi Peygamber ahfadı gördükleri Araplara sürekli saygı gösterdiler ve yardım ettiler. Petrol bulunduktan sonra oraları sömüren İngilizler bu sömürüyü sürdürmek için için kardeşler arasına fitne sokmaya çalıştılar ve Osmanlı sizi sömürdü demeye başladılar. İslam anlayışında asla sömürüye veya kul hakkına tecavüz yoktur.

 

Yazarın www.maraspusula.com daki diğer yazıları.